Oysa asıl “Batmayan ve dünya durdukça batmayacak olan tek güneş” ulusumuza aittir.
Bu güneş, 1881’de Selanik’te doğan Mustafa’nın, bir gün gelip ülkesini işgal eden zamanının en güçlü emperyalistlerinin, “Orta Asya’ya geri göndermeyi hedeflediği, öz kimliği unutturulan, vatanı parçalara bölünüp paylaşılan Türk milletini, yeniden öz benliğine, özgürlüğüne kavuşturarak çağ atlatan ve ulusu tarafından “Atatürk” adı verilen güneştir.
Hem öyle güçlü bir güneştir ki bütün dünya uluslarını da aydınlatmış, mazlum milletleri de özgürlüğe kavuşturmuş, dünya barışının insanlık için önemini kavramalarını sağlayarak dünya barışının yolunu da aydınlatmıştır.
Mahatma Gandi, onun güneşinin gücünü ve önemini“Mustafa Kemal İngilizleri yenmeseydi tanrının İngiliz olduğuna inanacaktım.” özdeyişiyle ifade etmiştir.
Bu güneş, 1938 yılında hastalığının ilerlemesi üzerine tedavisini dinlenerek sürdürmek üzere haziranda İstanbul’a geldi. Hayatının son beş ayını İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda geçiren Atatürk iki defa Fransız doktorun kontrolünden geçti, sonrasında Alman doktorlardan oluşan bir heyet tarafından muayene edildi.
Yaşamını ülkesine ve ulusuna adayan Atatürk, 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetimizin 15. yıl dönümü törenlerine katılamadığına çok üzülüyordu. Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinden bir grup, motorla Dolmabahçe Sarayı’nın önünden denizden geçerken “Ata’mızı görmek istiyoruz!” diye hep bir ağızdan defalarca bağırınca onları görmek istemiş ve yanındakilerin yardımı ile bir sandalyeye oturtularak pençeden dışarıya bakmış onlara el sallamıştı. Gençler, onu görünce coşkuyla bağırmaya başlamışlar, hatta bazıları üniformaları ile denize atlayıp onu daha yakından görmek için Saray’a doğru yüzmeye başlamışlardı. 17 Ekim’de başlayan bir dizi tıbbi müdahaleler sırasında Atatürk’ün, inatçı tabiatı, boyun eğmez yaşama azminin hastalığını yeneceği umulmuştu. Ta ki gerçek bir iyileşmeden söz edilemeyecek duruma gelene kadar…
Son iki gününde ise sağlığı, saatleri sayılı denilebilecek kadar kritik bir noktaya gelmişti.
Artık ümitler bitmek tükenmek üzere idi…
Son gece yaşadığı şiddetli bir nöbetten sonra, son sözleri “Allah’a ısmarladık.” olmuştu.
Vefat anında yanında bulunan Hasan Rıza, Kılıç Ali, İsmail Hakkı; ayakucunda asker gibi hazır ol vaziyetinde duruyorlardı. Hasan Rıza , Kılıç Ali’ ye “Bak, bir tarih parçası ölüyor.” dedi. Son nefesini vermeden önce etrafındakilere bir kere daha baktı ve gözlerini kapadı.
Salih Bozok ise anılarında bugünlerdeki durumunu “Maddi manevi hiçbir mucize artık onu kurtaramayacaktı. Saraya uykuda yürüyen adamlar gibi gelip gidiyordum… Birisi belki adımı sorsa cevap verecek halde değildim.
Hekimler ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir görünüm almış ki Operatör Mim Kemal Bey telaşlanarak “Nereye gidiyorsun?” diye sormaya mecbur oldu. “Hiç dedim, gidiyorum. İşim bitti artık.” Kalbim iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa ancak bu kadar ezilirdi. Odadan deli gibi fırladım. “Nereye?” diye arkamdan koştular. “Şimdi geliyorum, dedim fakat bundan sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda kendimi hastanede buldum.” şeklinde ifade etmiştir.
Tanıklar, öldüğü an Atatürk’ün odasına giren Salih Bozok’un o Büyük Adam’ın ellerini öpmek suretiyle veda ettikten sonra İsmail Hakkı Tekçe’nin odasına kendini attığını, birkaç saniye sonra o odadan bir silah sesi geldiğini, açıp içeri girdiklerinde onu kanlar içinde yerde bulduklarını ifade etmişlerdir.
Ancak kurşun kalbini sıyırarak yanından geçmişti. Salih Bozok 25 Nisan 1941 yılına kadar hasta yaşamını sürdürdükten sonra vefat etti.
Dünyada eşi görülmemiş zaferler kazanan, milletini geri kalmışlıktan çıkarıp çağdaş uluslar seviyesine çıkaran, eşsiz devrimci Ata’mız artık hayata veda etmiş aramızdan bedenen ayrılmıştı…
Dolmabahçe Sarayı’nda bayraklar yarıya indirildikten sonra haber kısa sürede İstanbul halkına ve ülkemize yayıldı. Hasta olduğu biliniyordu. Ama ulusu hala ondan ümitli idi. İstanbul’un sokakları ağlayan insan seli ile doldu taştı. Yollar, Galata Köprüsü’nden sessizliğe bürünmüş olan Dolmabahçe Sarayı’na doğru yola koyulan, ağlayan insanlarla doldu. Gazetelerin haberi yayımlayan yeni baskıları adeta kapışıldı. Bütün resmi ve özel binalarda bayraklar yarıya indirildi.
Haber o gün İstanbul Üniversitesinde de yayılınca derste bulunan öğrenciler ağlamaya başladılar. Hukuk Fakültesinde ders vermekte olan Alman Ord. Prof. Ernst Eduard Hirsch, Rektör’e telefon edip “Atatürk vefat etmiş, öğrenciler ağlıyor, ne yapayım?” diye sorduğunda “Senin ülkende böyle büyük bir adam öldüğünde ne yapıyorsanız öyle yapınız.” yanıtını aldı. Ama Ord. Prof. Hirsch Rektör’e, “Benim ülkemde böyle bir büyük insan yaşamadı ki!” yanıtını vermiş ve telefonu kapatıp derse son vermiştir.
Alman Prof. çok doğru ifade etmişti. O, dünyada eşi olmayan bir “Büyük Adam”, ulusunu ve dünyayı aydınlatan güneş idi. Bedenen hayattan ayrılsa da sadece kendi ülkesine ve kendi ulusuna değil bütün uluslara ışıklar saçmıştı.
Nitekim UNESCO tarafından, onun 100. doğum yılı olan 1981 yılı “Atatürk Yılı” olarak ilan edilip 193 ülkenin oy birliği ile aldığı karar ile “Atatürk kimdir sorusuna; Atatürk uluslararası anlayış, iş birliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu” şeklindeki tarif ile yanıt verilmekle bütün özelliklerini, insanlığa yaktığı ışıkların yanmaya devam etmekte olduğunu ve dünya durdukça da batmayacak olan bir Atatürk güneşi olduğunu tescil etmiştir.
Nitekim bundan uzun yıllar önce, bir 10 Kasım günü , Ankara’da Kızılay Meydanı’nda yürümekte olan bir İngiliz kadın gazeteci saat 09.05’te sirenler çalıp, yayaların ve trafiğin durduğunu, herkesin saygı duruşuna geçtiğini görünce çok şaşırmış kendisi de hareketsiz durmak zorunda kalmış ve sirenler susunca çevresindekilere “Bu nedir?” diye sorunca “Bugün 10 Kasım, ülkemizin kurtarıcısı ve devletimizin kurucusu Atatürk, 1938 yılında 10 Kasım günü saat 09.05’te yaşama veda etti.
Biz de her yıl onu aynı saatte bu şekilde ve minnetle, saygıyla anıyoruz.” cevabıncı alınca çok şaşırmış ve gazetesinde yayımladığı bu durumu “O gün İngilizler olarak üstünde güneş batmayan bir imparatorluk kurabilmemize karşın, bu kadar büyük bir insan yetiştiremediğimiz için İngiltere adına çok çok üzüldüm.” şeklinde değerlendirmişti.
Cenazesi 19 Kasım gününe kadar Dolmabahçe Sarayı’nda milletinin ziyaretine açıldı. Yüz binlerce insan ziyaret edip gözyaşları döktü ve dua ettiler.
Halkın yoğun ilgisi üzerine ziyaretler sabaha kadar sürdürüldü. Sarayın kapıları kapatılmadı. 18 Kasım Cuma günü, yani Atatürk’ün naaşının Ankara’ya götürülmesinden bir gün ve bir gece önce, en az iki yüz bin kişi, kurtarıcısını ziyaret etti. İzdiham öylesine fazlaydı ki bütün tedbirlere rağmen on bir kişi kalabalık içinde ezilerek hayatlarını kaybetti. Kırktan fazla yaralı vardı.
19 kasım sabahı Dolmabahçe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra cenazesi, İzmit’e götürecek olan Yavuz Zırhlısı ile gönderilmek üzere yola çıkarıldı.
Yol boyunca yüz binlerce insan ellerinde mendilleri, gözyaşları döküp yüreklerinde dua ederek onu uğurladılar. Onun son gidişini görebilmek için birçok yurttaş da binaların damlarına, camilerin minarelerine çıkmışlardı.
İzmit’te trene aktarılan cenaze 20 Kasım günü sabah Ankara’ya ulaştı. Ankara’da başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Celal Bayar ve hükûmet bakanları olmak üzere devlet yetkilileri tarafından karşılanarak TBMM önünde hazırlanan katafalka konuldu.
21 Kasım 1938 günü yapılan resmî cenaze törenine Alman, İngiliz, Bulgar, Fransız, Yunan, İran, Romen, Sovyet, Yugoslav ve İtalyan heyetleri ve “kıtaları” da katılmıştı. İngiltere’den vaktiyle Çanakkale’de Atatürk’e karşı savaşan ve hatta bu savaşlarda bir ayağını kaybeden Lord Birdwood, Almanya’dan Von Neurat, Fransa’dan İçişleri Bakanı Albedt Sarraut, Yunan Başbakanı General Metaksas, Yugoslav Generali Millutin Nediç, Romen Milli Savunma Bakanı Teodenescu, Bulgar Saray Bakanı Panof, Afgan Kralının amcası Mareşal Şah Veli Han, Arnavutluk Adalet Bakanı Shatok, İtalya’dan Baron Aloisi; İran, Mısır, Macaristan, Japonya, Polonya, Çekoslovakya, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Suriye, İspanya, Danimarka ve Letonya’yı ise Ankara’daki büyükelçilikleri temsil edeceklerdi. Ayrıca grup grup gazeteciler ve Fox, Paramount gibi milletlerarası haber şirketlerinden gelen ünlü kameramanlar korteji sonuna kadar takip etmişlerdi. Bu cenaze töreni, onun son büyük zaferi olmuştu. Savaştığı, savaşmadığı bütün dünya devlet temsilcileri ona duydukları saygıyı ifade etmeye gelmişlerdi.
100 yıl sonra bile Türkiye’ye gelen saygın devlet adamları, bilim adamları, ona saygılarını sunma ihtiyacı duyuyor. Birçok ülkede anıtları yapıldı, yapılıyor.
Atatürk’ün naaşı, 21 Kasım 1938 günü geçici kabir olarak Etnografya Müzesi salonunda mermer satıh üzerine konuldu. Burada 4 ay durduktan sonra hazırlanan geçici kabrine 31 Mart 1939’da nakledilmiştir.
Atatürk’ün naaşı, 1953’te Anıtkabir’e nakline kadar burada kalmıştır. Bu bölüm hâlen Atatürk’ün anısına hürmeten sembolik bir kabir şeklinde korunmaktadır. Üzerinde beyaz mermere yazılmış şu yazı bulunmaktadır: “Burası 10.11.1938’de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21.11.1938’den 10.11.1953’e kadar yattığı yerdir.” Etnografya Müzesi, 15 yıl süreyle “Anıtkabir” görevini görmüştür. Devlet başkanlarının, elçilerin, yabancı heyetlerin ve halkın ziyaret yeri olmuştur.
Atatürk’ün naaşının “muvakkat kabir”e konulmasından sonra hükümet, “anıt mezar”ın nereye ve nasıl yapılacağı üzerinde çalışmalara hemen başladı. Yer tespiti için önce aralarında Ankara şehir planını da yapmış ünlü Avusturyalı Prof. Yansen ile Prof. Holsmayster’in de bulunduğu bir ihtisas komisyonu kuruldu. Bu komisyon anıt mezarın yeri olarak “Çankaya”yı önerdi. Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu, konunun bir de kendi bünyelerinde kurulacak bir komisyon tarafından incelenmesini istedi. Bu komisyon Anıtkabir yeri olarak “Rasattepe”yi önerdiler.
Yapılan bu uzun çalışmalar sonucunda, anıt kabir yeri olarak Ankara’nın hâkim bir yerinde bulunan “Rasattepe” (şimdiki Anıttepe) belirlendi. Hükümet 01 Mart 1941 tarihinde inşaat için milletlerarası bir proje yarışması açtı. Yarışmaya Türk ve yabancı 49 proje katıldı. Milletlerarası jüri, bu eserlerden Alman, Türk ve İtalyan mimarlara ait 3 projeyi ödüle layık buldu. Hükümet yarışma şartnamesine uygun olarak, bu projelerden Türk Profesör Emin Onat ve Doçent Orhan Arda’ya ait olan projeyi seçerek uygulatmaya karar verdi. 09 Ekim 1944 tarihinde inşaata başlandı. Anıtkabir, Türk tarihini, özellikle Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk’ün büyüklüğünü, onun asker, inkılâpçı ve devlet adamı yönlerini temsil edecekti.
Dokuz yıllık bir inşaat döneminden sonra Anıtkabir 1953 yılının ortalarına doğru tamamlandı. Atatürk’ün aziz naaşının, önce 29 Ekim 1953’te fakat hazırlıklar bitirilemediği için sonra 10 Kasım 1953 tarihinde yapılacak büyük bir devlet töreni ile Etnografya Müzesi’ndeki “muvakkat -geçici- kabir”den alınarak Anıtkabir’deki “ebedi istirahatgâhı”na tevdi edilmesine karar verildi.
Bundan sonra “Aziz Atatürk’ün naaşının ebedi istirahatgâhına tevdii İçin 10.11.1953 Salı günü yapılacak nakil töreni öncesinde 6.11.1953 Cuma günü tabuttan çıkarıldı ve bir tutanakla tespit edildi.
Tahnit işlemi bitince katafalk çiçeklerle donatıldı. Program ve talimatnamede öngörüldüğü gibi, subaylar ve yüksek öğrenim öğrencilerinden oluşan gruplar tarafından tutulan “gençlik nöbeti”ne başlandı. Çizelgesi Y. Güngör Özden tarafından yapılan ve saat 18.00’de başlayan nöbet, 100 erkek ve 40 kız öğrenci tarafından dörder kişilik gruplar halinde tutuldu. Nöbet ertesi günü generallere teslim edildi.
9 Kasım 1953 Pazartesi sabahı Prof. Dr. Kâmile Mutlu ve yardımcılarından başka, yukarıda sözü edilen komite üyeleri, yüksek rütbeli subaylardan ibaret bir askerî şeref kıtası ve nihayet tabutun açılışında yardımcı olmak üzere Yüksek Teknik Öğretmen Okulundan 10 öğretmen Ata’nın kabrinde toplanmışlardı.
Kısa bir saygı duruşundan sonra tabut açıldı. Cesette ne bir bozulma ne de bir kokuşma vardı. Bu, tahniti yapan ve o yıllarda rahmete kavuşmuş olan Prof. Dr. Lütfi Aksu için büyük bir başarıydı.
Cesedin Anıtkabir’e nakli ertesi gün yapılacağından, bozulma ihtimaline karşı Dr. Yazgan acele Ankara Numune Hastanesi’ne giderek biraz “fixateur solution” getirip ceset yeniden bununla ıslatılmıştı. Kurşun tabut yeniden lehimlendi ve gül ağacı tabutun kapağı bir kere daha kapatıldı. 9 Kasım günü yapılan bu işlem bir resmî tebliğ ile kamuoyuna da açıklandı.
10 Kasım 1953 Salı günü sabahı geçici kabrinden alınıp top arabasına konulan Harbiyeli Mustafa Kemal’in naaşını 1953 mezunu Harbiyeliler çekiyorlardı. Arabanın önünde 90, arkasında 46 Harbiyeli vardı. Harp Okulu Alay Sancağı ve flaması bandonun arkasında yürüyen Harp Okulu Alayı’nın önünde gidiyordu. Kortej; Opera, Ulus, TBMM, Gar, Tandoğan Meydanı güzergâhını takiben Anıtkabir’e ulaştı. Kortejin uzunluğu 1.5 kilometreyi buluyordu. Bir ucu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ulaştığı sırada, öteki ucu Opera Meydanı’ndaydı. Aslanlı Yol’un başında top arabasından alınan tabut, askerlerin omzunda 262 metre uzunluğundaki Aslanlı Yol’u geçerek mozole önünde hazırlanan katafalka getirildi. Saatler, 12.42’yi gösteriyordu.
“Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır.” diyerek ulusuna gerçeği hatırlatan Atatürk, mutat dinî törenle toprağa verildi…
O, insanlık ve Türk milleti var oldukça, ilim ve akıl insanlığa hakim oldukça, batmayan güneş olarak, sonsuz sevgi, saygı ve özlemle anılacaktır.