Emperyalizmin dünyayı fethetme politikalarının doludizgin uygulandığı küreselleşme koşullarında Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Orta Asya emperyalist politikaların odağını oluşturuyor. Bu bölgeye yönelik projelerin hayata geçirilmesi için vahşi kapitalizmin yaşam biçimleri amansızca dayatılıyor.
“Böl ve yönet” stratejisinin ulus devletleri aşiretler, kabileler, milliyetler, dinler, mezhepler, tarikatlar (yani etnik ve dinsel farklılıklar) bağlamında parçalaması gündeme getiriliyor. Bu bölgenin merkezindeki Türkiye’ye yönelik emperyalist politikaları anlamamız için yaşadıklarımızın ders olması yeterlidir. Bunu anlamamak, insan olarak üzerimize düşen politik görevleri ve sorumlulukları saptayamamaya iter bizi, çaresizliğe ve umutsuzluğa mahkûm olmaya…
Yıllardır izlediği politikalarla dünya imparatorluğu olma yolundaki engelleri aşa aşa, adım adım gelen emperyalizmin Türkiye’mizin yeniden paylaşılması
heveslerinin ve Sevr’de kursaklarında kalan hayallerinin gerçekleştirilmesi yolundaki adımlarını görmek zorundayız.
Türkiye’nin parçalanmış gösterildiği haritalar, emperyalist Batı ülkelerinde masaların üstüne çıkarılıyor. Emperyalizmin Türklerin Anadolu’dan atılması projesi yeniden ve artık açıkça dayatılıyor.
Tarikatların ittifakından oluşan ve parlamenter demokrasi yoluyla siyasal iktidara taşınan dinci bir partinin, Atatürk’ün ve Kemalizm’in ilkelerinden vazgeçilmesi, izlerinin silinmesi için elinden geleni yaptığı ve ne yazık ki buna karşı çıkan seslerin hâlâ cılız düzeyde olduğu yani “Türkiye’nin mezarının kazıldığı” bu ağır gündemin birdenbire gelmediğini biliyoruz.
Bu gündemin karabasan gibi oturmasında yakın tarihimizdeki tüm olayların önemli payları olduğunu unutamayız.
Bu gerçekleri değerlendirdiğimiz zaman, emperyalist işbirlikçi politikaların NATO’larla, “soğuk savaş” ve komünizme karşı set oluşturma, “ılımlı İslam”, “yeşil kuşak” uygulamalarıyla hız kazandığını görüyoruz.
İş birlikçi politikalar, aydınlıkçı düşüncelerin sindirildiği operasyonlarla (genel olarak hiç eksilmeyen baskıların yanında darbelerle, 12 Martlarla, 12 Eylüllerle), tarikatların dolarlarla beslenerek canlandırılmasıyla, çocuklarımızın ve gençlerimizin din eğitiminin kıskaçlarına teslim edilmesiyle daha da hızlanıyor. Aynı zamanda cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, antiemperyalist güçlere bir gözdağı olan yaşadıklarımızla verilen işaret, adım adım uygulanan emperyalist politikaların artık Türk ulusundaki direnme ve Cumhuriyeti savunma duyarlılığını yok ettiği yolundaki bir emperyalist zafer işaretidir. Emperyalizm ve iş birlikçileri, 1940’lı yılların ortalarından beri izledikleri politikaların sonucunu aldıklarını ilan ediyorlar.
Bu, emperyalizmin desteğiyle palazlanan, onun politikalarını uygulayan iş birlikçilerin Türkiye Cumhuriyeti’nden intikam almak için yıllar boyu sabırla bekledikleri günü ilan etmeleri anlamındadır.
Duyarsızlaştırılmış, pasivize edilmiş, yurtseverlikten uzaklaştırılmış (kendi ülkesine düşman kesilmiş), Türk olduğunu söylemekten utanır hale getirilmiş, liberalleştirilmiş, kendi gücüne güvenmekten uzaklaşmış, kurtuluşu başka ülkelere sığınmakta ya da yamanmakta arayan, teslim olmaya hazır hale getirilmiş “sözde” aydınların çoğaldığı, yaygınlaştığı ve çeşitli desteklerle güçlendirildiği bir ülkede yaşıyoruz.
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” Anadolu, milyonlarca yıldır var olan, sönmeyen bir uygarlık feneridir.
Yüzyıllar boyunca kavimlerin gelip geçtiği bir köprü olmuş, onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Kimi birbiriyle iç içe yaşayan bu uygarlıklar, dışarıdan gelen kavimlerin yaşama biçimleriyle de kaynaşa kaynaşa zenginliğini çoğaltmıştır.
“Kavimler Kapısı” denilen Anadolu, bağrına konanların inançları ve yaşama biçimleriyle gıdalanmış, beslenmiş ve görkemli bir birikimin yuvası olmuştur. Aydınlıkla karanlığın sürekli savaşımının da sahnesi olan Anadolu, evrensel kültüre, insanlık kültürüne önemli katkıları olan bir topraktır.
Anadolu, insanın gücünü ortaya çıkaran, insanın özgürleşme çabalarının ölçütü olan kültürel zenginliğini kolay kolay kazanmamıştır elbette. Anadolu’nun yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Anadolu insanının zorlu serüveninin kazanımıdır bu kültür.
Anadolu’nun zengin kültürel birikiminin en değerli meyvesi olan Cumhuriyet’in, nerelerden nasıl geldiğini ve niçin en değerli olduğunu bir kez daha vurgulamak, yaşamın ve insani değerlerin savunulması için, içinde bulunduğumuz günlerdeki görevlerimizin ağırlığını bir kez daha yinelemek sorumluluğumuzdur.
Anadolu en eski insan topluluklarının doğum yeridir. Halklar, milliyetler, dinler, mezhepler konup göçmüş Anadolu’ya. Dünya halklar mozaiğinin en zengin köşeleri olan Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar’la kuşatılmış.
“Uygarlıklar kavşağı, uygarlıklar şelalesi” denmiş Anadolu’ya, bin yıllar boyunca Doğu ve Batı uygarlıklarının buluşma noktası olduğu, birçok uygarlığın suyu gürül gürül aktığı için…
“Tanrı yaratan toprak, ana tanrıçalar diyarı, söylenceler diyarı” denmiş, konan göçen halkların yarattığı tanrılarla, söylencelerle dolup taştığı için…
“Gülen Anadolu” denmiş, Diyonisos şenliklerini, Midas’ın gülünçlüklerini, Aisopos’un fabllarını, Nasreddin Hoca’nın, Bektaşi’nin, Bekri Mustafa’nın, İncili Çavuş’un, Temel’in fıkralarını, Karagöz’ün acayipliklerini, Aziz Nesin’in güldüren ve düşündüren derslerini bağrında taşıdığı için…
“Kavimler kapısı” denmiş, yüzyıllar boyunca kapısını çalan yüzlerce kavime ev sahipliği yaptığı için…
“Yediveren” denmiş, onca uygarlığın çiçeklerini açtırdığı için…
Türkü olmuş Anadolu, destan olmuş, müzik olmuş, resim, oyun… Sanat olmuş yani. Sanat ki insanın temel arayışının özgürlüğün ve ölümsüzlüğün aktarıcısı, insanlaşmanın ilk adımı…
Sahnesi olmuş yaşamın, bu sahnede oynanan yaşam oyununa “tarih” denmiş.
“Anatolia” imiş ilk adı. Sonra Ana-tello denmiş yükseltmek, ortaya çıkarmak, güneşi doğurmak anlamına.Giderek Ana-tole olmuş; yıldızın yükselişi, güneşin doğuşu, güneşin doğduğu yer, doğu anlamına. Sonra Asya olmuş ama kıta adıyla karışmasın diye Küçük Asya (Minör-Asya) denmiş. Türkleşen adı ise Anadolu olmuş.
Ahmed Arif, “Beşikler vermişim Nuh’a / Salıncaklar, hamaklar / Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır / Anadolu’yum ben / Tanıyor musun?” dizeleriyle başladığı “Anadolu” şiirinde demiş ki:
“Binlerce yıl sağılmışım / Korkunç atlılarıyla parçalamışlar / Nazlı seher-sabah uykularımı / Hükümdarlar saldırganlar haydutlar/Haraç salmışlar üstüme/ Ne İskender takmışım, ne şah ne sultan/ Göçüp gitmişler gölgesiz / Selam etmişim dostuma / Ve dayatmışım / Görüyor musun?”
Sabahattin Eyuboğlu, “Fetheden de biziz artık fethedilen de. Eriten de biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi.
Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda, öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi, Anadolu’nun tarihidir.” demiş.
Bedri Rahmi Eyuboğlu, “Bu Anadolu var ya bu Anadolu / Bu misli menendi görülmemiş cömert ana / Bu her yanı meme, her yanı dudak, bu her yanı gül / Bu zırnık almadan veren, habire veren yediveren gül / Bu Anadolu var ya bu Anadolu / Bu üç yosma denizde üç defa ıslanan / Gürbüz ırmaklar ortasında susuzluktan çatlayan /
Bu Anadolu var ya bu Anadolu / Bu sapsarı sıtma, bu masmavi gurur / Ne tosunlar doğurmuş, ne tosunlar / Bak daha neler doğurur…” dizeleriyle anlatmış Anadolu’yu.
Halklar mozaiği… Göçler harmanı… Türk, Türkmen, Kürt, Gürcü, Arap, Ermeni, Laz, Çerkes, Abhaz, Arnavut, Rum, Yahudi, Nasturi, Zaza, Çingene, Bulgar, Pomak, Kırımlı, Giritli, Karapapak, Acem… Her birinin kültürü var; bilmeceleri, söylenceleri, öyküleri, şiirleri, oyunları, masalları, fıkraları, türküleri, ninnileri, tanrıları, inanışları, bayramları, birbirinden güzel insanları…
Anadolu’nun, tüm bu kültürlerin demokratik bir yaşam biçiminde özgürleşmesi olanaklı ama egemenler bunun engeli: Dışta Yeni Dünya Düzeni, içte iş birlikçilerle, bağnazlıklarla, barbarlıklarla, bilgisizliklerle donanmış, Anadolu düşmanları. Öyleyse bu ikisine karşı insanın birliği, kültürlerin birliği, uygarlıkları yaratan emeğin birliği zorunlu; Anadolu’nun birliği…
Cumhuriyet, Anadolu birliğinin adıdır.
Bu birliği kurmayı Mustafa Kemal Atatürk başarmıştı Kuvayı Milliye ile, Ulus Kurtuluş Savaşı ile, Türkiye Cumhuriyeti ile…
Bu birliği korumak, çağlar ötesine taşımak da onun kulluktan kurtarıp özgürleştirdiği, insanlaştırdığı bizlere düşüyor.